BAŞKASININ PAPUÇLARI
Ali Nahit Babaoğlu
“Ben senin yerinde olsam..”, “Onun yerinde olsam ben..”; gündelik konuşma dilinde çok sık kullandığımız sözlerdendir. Oysa biz sahiden başkasının ye- rinde olabilir miyiz, başkasının yerine hareket edebi- lir miyiz? Ben hiç sanmıyorum. Çünkü herkes kendi papuçları ve şapkası arasında, kendi çarıkları ve kasketi arasında yalnızdır, üniktir, biricik bir varlıktır. Bir başka kopyasının çıkarılması olası değildir. Biz gerçekte başkasının yerinde olamayız, başkası yeri- ne hareket edemeyiz.
Buna bir parça yakından bakalım, açmaya çalışa- lım. Acaba biz bu deyişleri kullanırken aslında ne demek istiyoruz? Kuşkusuz ki kendimizi onun gibi hissetmeye, düşünmeye zorladığımızı, onun duru- munu iyi niyetle anlamaya çalıştığımızı belli etmek istiyor, iyi niyetimizi göstermeye çalışıyoruz. Ancak gerçekte bu sözlerin bundan öteye bir değeri de yok- tur. Her insan soy ve öz geçmişiyle, bu soy ve öz geçmişinin kendisine sağlamış olduğu kişiliğiyle bir bütündür ve o deneyimin, o yaşantının evrende bir kez daha oluşması olası değildir. Her insan kendi soy geçmişinin sağladığı olanak ve yetilerle yaşa- makta ve yaşamı boyunca kendi kişiliği yavaş yavaş ve zahmetlerle oluşmaktadır. Bunu, kişilerin geneliyle özelini anlamaya çalışan uğraş mensupları olarak biz psikiyatrlar ve psikologlar, karşımıza gelen her olguda yeniden yaşar, yeniden algılarız. Çok basit yaşantılardan çok dramatik ve trajik olanlara kadar karşımızdaki olgunun bize naklettiği yaşantıları, o yaşantıların onda bıraktığı tortuları kavrayabilmekte bile çok büyük bir zorluk çekmekteyiz. Bunların so- nucu olarak bizde oluşan, o da uzun deneyimlerden sonra, en iyi olasılıkla o insanlık durumuna karşı der- vişane “Olur böyle vakalar!” hoşgörüsü, anlayış yak- laşımıdır. Yoksa aldığımız yaşam öykülerini bire bir algılamamız çoğunlukla boyumuzu, duygu ve algıla- ma gücümüzü çok aşan bir şeydir; hatta bir çoğunda bütünüyle olanaksızdır.
Örnek olarak sayabileceğimiz sayısız olgu hepimi- zin karşısına gelmiştir mutlaka. İşkence olaylarının mağdurları bunlar arasındadır. Bu gibi, devlet kana- lıyla işkenceye maruz kalmış olan kimselerin çoğun- da kalıcı psikolojik hasar oluştuğundan onlar klinikte sık olarak karşımıza çıkarlar. Onların anlattıkları yaşantılar bizlerin kolaylıkla anlamamıza el vermeyen yaşantılardır kuşkusuz. Bir zaman bu olgular sık olarak bana gelirlerdi. İşkence mağdurları için baş- vuru kişisi olarak bildirmiştim kendimi çünkü. Bu yaşantıları benim hissedebilmem olası değildi. Sadece anlamaya çalışarak dinlerdim bunları. Ama ne kadar gayret edersem edeyim işkence mağduru bir genç kızın işkence sırasında hissettiklerini kavramam ola- sı değildi. Yalnızca bu yaşantıların çok korkunç ol- duğunu tahmin edebilirdim. Bu kadarı bile tahammül edilebilir olmaktan uzaktı. Maruz kaldığı elektrik şoklarından ötürü adet kanaması başlamış olan bir genç kızı düşünmeye çalışın mesela. Bacaklarına kanlar sızarken sorgucusunun ve işkencecisinin karşısına çıkmak ve saatlerle aynı muameleye maruz bırakılmanın ruhunda meydana getireceği yıkımı “anlamak” belki mümkündür. Ancak o sırada ya da daha sonra direnmeye çalışırken çektiklerini hissedebilmek ko- laylıkla olası değildir. Bizler o konumdayken aslında tuzu kuru olan kimseleriz. Bize işkence yapılmıyor, sorgulanmıyoruz. Ama sadece izleniyor olmanın verdiği korku ve yılgınlık bile çok büyüktür. Askerli- ğim sırasında bir süre izlenmiş olduğum için bunu yakından bilirim. İnsanı saran çaresizlik, yılgınlık ve yalın korku anlatmakla anlaşılamaz. Ya da sadece anlaşılabilir. En fazlasından yaşanmış olan benzeri yaşantılarla kıyaslamaya çalışılabilir.
Gene örnekse bir hastam sorgulanması sırasında zaman zaman falakaya yatırılmıştı. Falakaya ise dayanamıyordu. Bunun için falaka sırasında ola- bildiğince dişini sıkmaya çalışıyor, daha kolay kat- lanabildiği manyeto işkencesinde ise kıyametleri koparıyormuş. İşkencecilerin elektrikten daha fazla acı çektiğini sanmaları ve falaka yerine bunu tercih etmelerini sağlamak için yapıyormuş bunları. Bunu anlamak da kolay değildi. Çok daha basit bir işkence yöntemi olan falakanın bu kadar acı vermesini ve onun yerine elektrik uygulanmasının tercih edilme- sini anlamak kolay mıdır? Bir başka genç kız üreme organlarına elektrik verilirken dayanabildiğini zannediyormuş. O sırada bir başkasının çığlıklar attığını işitmekteymiş. Sonra çığlıkları atanın aslın- da kendisi olduğunu öğrenmiş. Bu sırada gerçekte yerlerde yuvarlandığı, hatta sonradan anlaşıldığına göre bedence sakatlandığı anlaşılmış. Böyle bir dissosiyasyonu algılamamız da olanaklı değildir. Çok basit bir sorgulamada bile kendi kişiliğimizi yıkımdan koruyabilmek için neler çektiğimizi, eğer başımıza gelmişse anlayabiliriz. Ben okul disiplin kurullarında- ki sorgulamalarda bile nasıl bir kişilik tehdidiyle karşılaşmış olduğumu çok iyi anımsıyorum. Sorgu, ne yazık ki olması gereken ama bütünüyle insanlık dışı olan bir olaydır. Sizden o anda üstün konumda olan birileri sizi suçlayıcı bir tutumla ve tehdit ederek, en yumuşak durumda bile “aba altından sopa göstererek” sorgularlar. Bunun insancıl bir tutumla, insancıl bir davranışla alakası yoktur.
Yalnızca böyle sansasyonel olgularda değil, klinikte daha sık olarak karşılaştığımız sıradan insanlık dışı olayların öykülerinde bile bizlerin, bu olayların insan ruhunda açacağı rahneleri, yaraları düşünerek anlamamız olasıdır ama duyarak, gerçeğini hissederek algılamamızda büyük zorluklarla karşılaşırız ve bu zorlukların üstesinden pek de gelemeyiz. Bizler ancak “Anlayış” denilen hasletimizi, yetilerimizi seferber ederek karşımızdaki insanlara, hastaya, hastalarımıza bir eşduyum sunabiliyoruz. Olguların ruhsal gerçeğini ise tahmin etmemiz bile pek olası değildir. Ancak o durumda olsaydım ben nasıl değişimler getirir, nasıl tepkiler verir ya da içimde nasıl tepkiler oluşurdu gibi bir yaklaşım sunabiliriz. Evet, bu da çok önemli bir şeydir ve bu yetiler de bir çok kimse- de yoktur. Ben uzun süren eğiticilik dönemimde çok basit insanlık durumlarını hissetmek yetisinden bile yoksun olan pek çok hekimle, psikologla, asistanla birlikte çalışmak durumunda kaldım. Eşinin gece geç kalması üzerine dissosiyatif bir füg geçiren ve ayakkabılarını giymeden sadece çoraplarıyla sokaklara çıkan, bu yüzden de polis tarafından bize getirilen yaşlıca bir kadıncağız vardı mesela. Uzmanlığını bir üniversite kliniğinde almış olan başasistanım buradaki durumu anlayışla karşılaması gereğini bir türlü kavrayamamıştı. “Ben prosedür neyse onu uygularım; ötesi beni ilgilendirmez!” deyip duruyordu. Laf
anlatmakta tümüyle çaresiz kaldım. Sonunda hiç sevmediğim bir şeyi yapmak, otoritemi kullanmak zorun- da kaldım. Gene de zavallı kadıncağızın iki haftaya yakın klinikte kalmasını engelleyemedim. Sonradan bu hanım baş-asistan benden ayrıldı. Şimdi emekli bile oldu. Hâlâ prosedürü mü uyguluyor, bilmiyorum. En basitinden bir yitim, bir ölüm öyküsünü alırken bile hastalarıyla ancak ders kitaplarının yazdığı sorgulama sözlerinden başkasını akıl edemeyen bir sürü meslektaşımız, arkadaşımız vardır. Çünkü bunları yaşayarak, hissederek algılamak herkese nasip olan bir yeti değildir. Öyküler dramatik oldukça bu yeti eksikliği kuşkusuz ki artar, ama çok daha sıradan öy- külerde, örneğin bir aile geçimsizliği ve boşanmayla biten bir aile öyküsünün anlatımı sırasında bile kişilerin maruz kaldıkları ruhsal travmayı tahmin edebi- len ama hissedemeyen kimseleriz. Bazılarımızın bu yetiden bile yoksun olduklarını da biliyoruz. Aslında “İnsanlık durumu bilgisi” olması gereken psikiyatri ve psikolojide “İçgörü” denilen yetinin nasıl gerekli olduğunu her günkü uygulamamızda görüyoruz ama bunun objektif bir yöntemle sınanması, değerlendirilmesi olanağı ne yazık ki elimizde yok. Gönül isterdi ki bu yetileri ortaya çıkarabilen bir inceleme yöntemi ve bu yetileri sağlayabilecek bir eğitim yöntemi elimizde bulunsun. Ama yok. Ben asistanımın duygu- suzluğu, görgüsüzlüğü karşısında çaresiz kaldığım, ne yapacağımı bilemediğim bir sürü örnek yaşadım. Bu kimseler eğitimlerini tamamlayıp anlı, şanlı psikiyatrlar oldular çoğu zaman. Dilerim ki o günden bu yana geçen meslek yaşamlarında bu eksikliklerini giderebilmişlerdir; en azından hastalarına fazla zarar vermemişlerdir. Ama bu yetisizliği, bu anlayışsızlığı yalnızca acemi asistanların başına yıkmak da istemiyorum. Bu anlayışsızlığa bütün deneyimlerimize rağmen biz de zaman zaman düşebiliyoruz. Ben, eşi her gece odanın ortasındaki halının üzerine dışkılayan bir genç kadını anımsıyorum mesela. Eşi yaptığı dışkıyı kendisine temizletiyor ve sonra da kendisiyle cinsel ilişkide bulunuyormuş. Bu genç kadının çocuklarının hatırına katlandığı bu manevi işkenceyi, o sırada kendini nasıl hissettiğini algılayabilmek de olanaksızdı. Bizim, boşanması önerimizi de kabul etmedi. Klinikten neler hissederek ayrıldığını da bilemiyorum. Bu olgu karşısında tamamen anlayışsızdım. İçimden sadece “Vah vah!” demekten başka bir şey elimden gelmedi.
Sadece kurbanlarla değil, faillerle de uğraşmak zorunda kalıyoruz elbette. Onlar da bizim hastalarımız oluyorlar ve onlar da yardıma muhtaçlar. “Kemik kıran” lakaplı bir cezaevi gardiyanı da bizim hastamız
olmuştu. İçeride bazı tutukluların kemiklerini kırdığı için bu lakap takılmış kendisine. Ve günün birinde nedense depresyona girmiş. Artık kemik kıramadığı için de amiri olan C. Savcısı, tedavi edelim de yeni- den kemik kırar hale gelebilsin diye bize göndermiş. Adamı anlayabildiğimizi de iddia edemem. Sadece bir an önce “Malulen emekli” edip tutukluları kurtar- dık. Artık savcı başka bir kemik kıranı işe almış mı- dır, bilmiyorum. Muhakkak ki almıştır. En azından bir başka vatandaşa ekmek kapısı olanağı açmış olduk böylece. Bu adam da şerefle emeklilik günlerini idrak etmektedir artık. Ancak bu kişiyi de hissedebilmek şöyle dursun, anlayabilmiş bile değiliz kuşkusuz. Ça- bamız sadece tutukluları kurtarmak olmuştur. O savcı ise hastamız olmadı. O da bir başka yerde emeklilik günlerinin tadını çıkarıyordur her halde. Bize çoğunlukla asıl hastalar değil, onların hastalığından ötürü mağdur olan sağlam kişiler hasta olarak başvururlar. Asıl hastalara ise çoğu zaman ulaşamayız. Bu her zaman böyledir. Ailenin en duyarlı ve bu yüzden zedelenmiş olan üyesi bizim hastamız olur, onu hasta eden kişi ise dışarıda kalır ve habasetini sürdürür.
Bir başka seferinde bir yasadışı örgütün ileri gelenlerinden olan ve halen kaçak durumunda olan kocası yurt dışında gününü gün etmekteyken kendisi bura- da gözaltılar ve izlenmelerle zehir dolu olan yaşamında terk edilmiş bir kadın hastamızla, onu ve kocasını izlemiş ve hatta sorgulamış olan siyasi şube sorumlusu bir baş komiser aynı günlerde hastamız oldular. Polisin önemli görevinden ötürü bir ekip oto- su koruma amaçlı olarak haftalarca kliniğin kapısı önünde nöbet tuttu. İkisi aynı zaman diliminde hastamız olunca ben ikisini de odama çektim; “Bakın” dedim “birbirinizi tanıdığınızı biliyorum. Ama burada aynı gemidesiniz ve bizim de görevimiz sizi istediği- niz iskeleye kadar ulaştırmak. Buradayken kimliklerinizi unutun ve uslu olun. Amacımız ikinize de yardım edebilmek.” Söz verdiler ve gerçekten grup oturumlarında ve servis yaşantısında birbirlerine yardımcı bile oldular. Sonunda birini emekli ederek ve öbürü- nün de bencil kocasından boşanma girişimine yardımcı olarak ikisine de yardımcı olmaya çalışabildik. Ama ne birini, ne de öbürünü hissetmemiz mümkün değildi. Hiçbir zaman onların çarıklarını giyemedik. Kasketleriyle çarıkları arasında olamadık. Bu onların özeliydi ve bizlere kapalıydı.
Yardımcı olma uzmanlarıyız bizler gerçekte. Yardımcı olabilmek için de onun mokasenlerini giymiş olmamız gerekmez. İnsanların yaşamda durdukları yerin özel koşulları olduğunu bilmemiz, bu özel koşulları anlamaya çalışmamız yeterlidir aslında. Herkes kendi çarıklarıyla kasketi arasında biricik olan bir varlıktır. Herkes kendi mokasenlerini giyer. Kızılderili bilgeler de birisine düşman olmadan önce bu olanaksız şeyi yapmamızı bunun için istemişlerdir. Evet, başkasının mokasenlerini giyerek dolaşamayız. Ama onun özelini gene de anlamaya çalışabiliriz. Bizim, “İnsanlık durumunun bilirkişileri” olarak yapabilmemiz gereken de budur. Bunu ne ölçüde başarabilirsek o denli iyi uzmanlar olur, o denli sevap kazanırız. Ama çok fazla sevap kazandığımızı da pek sanmıyorum. Çünkü dediğim gibi, böyle özel yaşantı alanları, biz kendimiz benzer bir yaşantı geçirmemişsek, bize kapalıdır.
Hekimlik uygulamamız sırasında, yani insanları hastalarımız olarak alıp, onların dertlerine derman bul- maya çalıştığımız sırada, onların mokasenlerini de, iskarpinlerini de, çarıklarını da pek giyemeyiz. Onlar onların özel yaşantılarının parçalarıdır. Ve bunlar bize kapalıdır. Bunu bir az başarabilmek için bizlerin kendi yaşantılarımızda referans olarak alabileceğimiz örnekler bulunması gerekir. Ki bu da çoğu zaman yoktur. Ancak benzeri yaşantılarımızın olmuş bulunması bize yardımcı olabilir. Bir yaşantıyı algılayamayız ama ona benzer, aynı olmasa bile aynı büyüklükte, ya da aynı türden bir yaşantının bizim de başımıza gelmiş olması ancak yardımcı olabilir. Adamın biri dam aktarırken düşmüş. Yere serilmiş yatarken konu komşu başına toplanmışlar ve çare aramaya başlamışlar. Adam zar zor gözlerini aralamış, “Siz boş verin çareyi” demiş, “Ama daha önce damdan düşmüş birini biliyorsanız onu getirin. Ancak o anlar benim halimden.” Kuşkusuz ki bu böyledir. Damdan düşmüşün halinden ancak daha önce damdan düşmüş olan anlayabilir. Ama bunun için her birimizin damdan düşmesi gerekmez mutlaka. Damdan düşmenin beter bir durum olduğunu takdir edebilecek kadar iç ve dış görü sahibi olmak ise gereklidir. O zaman damdan düşene bir az olsun yardımcı olabiliriz. Yaşam öyküleri anlatımları bunda bize yardımcı olabilir örneğin. Bu bakımdan yazın bize bir parça yardımcı olabilir. Yazar kişi bizim için bize yaşamdan örnek kesitler sunar. Bu yüzden hepimizin olabildiğince çok okumasında sayılamayacak kadar faydalar vardır. Elbette her okunan doğru ve yeterli değildir. Ancak her okunan öğrenilmiş bir insan düşüncesi, öğrenilmiş bir yaşantı olarak bizim deneyim hazinemize katkılar sağlar. Bu bakımdan en olumsuz katkı bile bizi zenginleştirir, bize yeni yaşantı görüngüleri sunar. Okuduklarımızın zenginliği bizim kendi zenginliğimiz olarak hesabımıza geçer. Zenginleşmede ikinci bir yol da insan tanımaktır. Tanışılan her kişi ayrı bir yaşantı kümesi olarak bize katkıda bulunur. Bizim ufkumuzu genişletir, açar. Kişilerin yaşantı zenginliklerini bize görünür kılan yolların başında da psikodramayı saymamız gerekir. Bunda bildiğimiz gibi kişiler kendi yaşantı biçimlerini sözlerle değil, yaşantıları yineleyerek sergilerler. Topluluğun diğer üyeleri de o yaşantı parçasını aynı hareketlerle, kendileri de orada ve o andaymış gibi yinelerler. Böylece gerçeğe en yakın bir konuma girmiş olurlar. Psikolojide aynı konuma yakın bir konuma girmek, yaşantının algılanabilmesi için bir kapı aralar. Elbette o kapıdan bizler kendimiz olarak ve kendimize göre geçeriz. Ancak duruşun, pozisyonun benzer oluşu yaşantının da benzer olmasını sağla- yan bir yöntemdir. Elbette her birey o yaşantıyı kendi olarak yaşar. Ancak bu yaşantı “Öteki” nin yaşantı- sına mümkün olduğu kadar yakın olandır. Bu sırada ufkumuz da öteki’nin ufkunun bir benzeri olur. Bu yaşantı aydınlanışını hepimiz psikodrama çalışmalarımız sırasında onlarca kez yaşamışızdır. Gene de o sırada kendi çarıklarımız ve kasketimiz arasındaki o biricik varlık olarak kalıyoruz. Bu da tabloyu sadece “Öteki” nin gözüyle görebilmek için bir fırsat sağlıyor. Ötekine daha fazla yakınlaşabilmek içinse kendi yaşantılarımızı zenginleştirmekten başka çare yoktur. Dilerim hepimiz yeterince zengin bakış açılarına sahip oluruz. Edineceğimiz her yeni bakış açısı İnsan’a açılan yeni bir penceredir ve zenginliğimizdir. Hepinize olabildiğince zengin yaşantılar diliyorum.
Ali Nahit Babaoğlu
“Ben senin yerinde olsam..”, “Onun yerinde olsam ben..”; gündelik konuşma dilinde çok sık kullandığımız sözlerdendir. Oysa biz sahiden başkasının ye- rinde olabilir miyiz, başkasının yerine hareket edebi- lir miyiz? Ben hiç sanmıyorum. Çünkü herkes kendi papuçları ve şapkası arasında, kendi çarıkları ve kasketi arasında yalnızdır, üniktir, biricik bir varlıktır. Bir başka kopyasının çıkarılması olası değildir. Biz gerçekte başkasının yerinde olamayız, başkası yeri- ne hareket edemeyiz.
Buna bir parça yakından bakalım, açmaya çalışa- lım. Acaba biz bu deyişleri kullanırken aslında ne demek istiyoruz? Kuşkusuz ki kendimizi onun gibi hissetmeye, düşünmeye zorladığımızı, onun duru- munu iyi niyetle anlamaya çalıştığımızı belli etmek istiyor, iyi niyetimizi göstermeye çalışıyoruz. Ancak gerçekte bu sözlerin bundan öteye bir değeri de yok- tur. Her insan soy ve öz geçmişiyle, bu soy ve öz geçmişinin kendisine sağlamış olduğu kişiliğiyle bir bütündür ve o deneyimin, o yaşantının evrende bir kez daha oluşması olası değildir. Her insan kendi soy geçmişinin sağladığı olanak ve yetilerle yaşa- makta ve yaşamı boyunca kendi kişiliği yavaş yavaş ve zahmetlerle oluşmaktadır. Bunu, kişilerin geneliyle özelini anlamaya çalışan uğraş mensupları olarak biz psikiyatrlar ve psikologlar, karşımıza gelen her olguda yeniden yaşar, yeniden algılarız. Çok basit yaşantılardan çok dramatik ve trajik olanlara kadar karşımızdaki olgunun bize naklettiği yaşantıları, o yaşantıların onda bıraktığı tortuları kavrayabilmekte bile çok büyük bir zorluk çekmekteyiz. Bunların so- nucu olarak bizde oluşan, o da uzun deneyimlerden sonra, en iyi olasılıkla o insanlık durumuna karşı der- vişane “Olur böyle vakalar!” hoşgörüsü, anlayış yak- laşımıdır. Yoksa aldığımız yaşam öykülerini bire bir algılamamız çoğunlukla boyumuzu, duygu ve algıla- ma gücümüzü çok aşan bir şeydir; hatta bir çoğunda bütünüyle olanaksızdır.
Örnek olarak sayabileceğimiz sayısız olgu hepimi- zin karşısına gelmiştir mutlaka. İşkence olaylarının mağdurları bunlar arasındadır. Bu gibi, devlet kana- lıyla işkenceye maruz kalmış olan kimselerin çoğun- da kalıcı psikolojik hasar oluştuğundan onlar klinikte sık olarak karşımıza çıkarlar. Onların anlattıkları yaşantılar bizlerin kolaylıkla anlamamıza el vermeyen yaşantılardır kuşkusuz. Bir zaman bu olgular sık olarak bana gelirlerdi. İşkence mağdurları için baş- vuru kişisi olarak bildirmiştim kendimi çünkü. Bu yaşantıları benim hissedebilmem olası değildi. Sadece anlamaya çalışarak dinlerdim bunları. Ama ne kadar gayret edersem edeyim işkence mağduru bir genç kızın işkence sırasında hissettiklerini kavramam ola- sı değildi. Yalnızca bu yaşantıların çok korkunç ol- duğunu tahmin edebilirdim. Bu kadarı bile tahammül edilebilir olmaktan uzaktı. Maruz kaldığı elektrik şoklarından ötürü adet kanaması başlamış olan bir genç kızı düşünmeye çalışın mesela. Bacaklarına kanlar sızarken sorgucusunun ve işkencecisinin karşısına çıkmak ve saatlerle aynı muameleye maruz bırakılmanın ruhunda meydana getireceği yıkımı “anlamak” belki mümkündür. Ancak o sırada ya da daha sonra direnmeye çalışırken çektiklerini hissedebilmek ko- laylıkla olası değildir. Bizler o konumdayken aslında tuzu kuru olan kimseleriz. Bize işkence yapılmıyor, sorgulanmıyoruz. Ama sadece izleniyor olmanın verdiği korku ve yılgınlık bile çok büyüktür. Askerli- ğim sırasında bir süre izlenmiş olduğum için bunu yakından bilirim. İnsanı saran çaresizlik, yılgınlık ve yalın korku anlatmakla anlaşılamaz. Ya da sadece anlaşılabilir. En fazlasından yaşanmış olan benzeri yaşantılarla kıyaslamaya çalışılabilir.
Gene örnekse bir hastam sorgulanması sırasında zaman zaman falakaya yatırılmıştı. Falakaya ise dayanamıyordu. Bunun için falaka sırasında ola- bildiğince dişini sıkmaya çalışıyor, daha kolay kat- lanabildiği manyeto işkencesinde ise kıyametleri koparıyormuş. İşkencecilerin elektrikten daha fazla acı çektiğini sanmaları ve falaka yerine bunu tercih etmelerini sağlamak için yapıyormuş bunları. Bunu anlamak da kolay değildi. Çok daha basit bir işkence yöntemi olan falakanın bu kadar acı vermesini ve onun yerine elektrik uygulanmasının tercih edilme- sini anlamak kolay mıdır? Bir başka genç kız üreme organlarına elektrik verilirken dayanabildiğini zannediyormuş. O sırada bir başkasının çığlıklar attığını işitmekteymiş. Sonra çığlıkları atanın aslın- da kendisi olduğunu öğrenmiş. Bu sırada gerçekte yerlerde yuvarlandığı, hatta sonradan anlaşıldığına göre bedence sakatlandığı anlaşılmış. Böyle bir dissosiyasyonu algılamamız da olanaklı değildir. Çok basit bir sorgulamada bile kendi kişiliğimizi yıkımdan koruyabilmek için neler çektiğimizi, eğer başımıza gelmişse anlayabiliriz. Ben okul disiplin kurullarında- ki sorgulamalarda bile nasıl bir kişilik tehdidiyle karşılaşmış olduğumu çok iyi anımsıyorum. Sorgu, ne yazık ki olması gereken ama bütünüyle insanlık dışı olan bir olaydır. Sizden o anda üstün konumda olan birileri sizi suçlayıcı bir tutumla ve tehdit ederek, en yumuşak durumda bile “aba altından sopa göstererek” sorgularlar. Bunun insancıl bir tutumla, insancıl bir davranışla alakası yoktur.
Yalnızca böyle sansasyonel olgularda değil, klinikte daha sık olarak karşılaştığımız sıradan insanlık dışı olayların öykülerinde bile bizlerin, bu olayların insan ruhunda açacağı rahneleri, yaraları düşünerek anlamamız olasıdır ama duyarak, gerçeğini hissederek algılamamızda büyük zorluklarla karşılaşırız ve bu zorlukların üstesinden pek de gelemeyiz. Bizler ancak “Anlayış” denilen hasletimizi, yetilerimizi seferber ederek karşımızdaki insanlara, hastaya, hastalarımıza bir eşduyum sunabiliyoruz. Olguların ruhsal gerçeğini ise tahmin etmemiz bile pek olası değildir. Ancak o durumda olsaydım ben nasıl değişimler getirir, nasıl tepkiler verir ya da içimde nasıl tepkiler oluşurdu gibi bir yaklaşım sunabiliriz. Evet, bu da çok önemli bir şeydir ve bu yetiler de bir çok kimse- de yoktur. Ben uzun süren eğiticilik dönemimde çok basit insanlık durumlarını hissetmek yetisinden bile yoksun olan pek çok hekimle, psikologla, asistanla birlikte çalışmak durumunda kaldım. Eşinin gece geç kalması üzerine dissosiyatif bir füg geçiren ve ayakkabılarını giymeden sadece çoraplarıyla sokaklara çıkan, bu yüzden de polis tarafından bize getirilen yaşlıca bir kadıncağız vardı mesela. Uzmanlığını bir üniversite kliniğinde almış olan başasistanım buradaki durumu anlayışla karşılaması gereğini bir türlü kavrayamamıştı. “Ben prosedür neyse onu uygularım; ötesi beni ilgilendirmez!” deyip duruyordu. Laf
anlatmakta tümüyle çaresiz kaldım. Sonunda hiç sevmediğim bir şeyi yapmak, otoritemi kullanmak zorun- da kaldım. Gene de zavallı kadıncağızın iki haftaya yakın klinikte kalmasını engelleyemedim. Sonradan bu hanım baş-asistan benden ayrıldı. Şimdi emekli bile oldu. Hâlâ prosedürü mü uyguluyor, bilmiyorum. En basitinden bir yitim, bir ölüm öyküsünü alırken bile hastalarıyla ancak ders kitaplarının yazdığı sorgulama sözlerinden başkasını akıl edemeyen bir sürü meslektaşımız, arkadaşımız vardır. Çünkü bunları yaşayarak, hissederek algılamak herkese nasip olan bir yeti değildir. Öyküler dramatik oldukça bu yeti eksikliği kuşkusuz ki artar, ama çok daha sıradan öy- külerde, örneğin bir aile geçimsizliği ve boşanmayla biten bir aile öyküsünün anlatımı sırasında bile kişilerin maruz kaldıkları ruhsal travmayı tahmin edebi- len ama hissedemeyen kimseleriz. Bazılarımızın bu yetiden bile yoksun olduklarını da biliyoruz. Aslında “İnsanlık durumu bilgisi” olması gereken psikiyatri ve psikolojide “İçgörü” denilen yetinin nasıl gerekli olduğunu her günkü uygulamamızda görüyoruz ama bunun objektif bir yöntemle sınanması, değerlendirilmesi olanağı ne yazık ki elimizde yok. Gönül isterdi ki bu yetileri ortaya çıkarabilen bir inceleme yöntemi ve bu yetileri sağlayabilecek bir eğitim yöntemi elimizde bulunsun. Ama yok. Ben asistanımın duygu- suzluğu, görgüsüzlüğü karşısında çaresiz kaldığım, ne yapacağımı bilemediğim bir sürü örnek yaşadım. Bu kimseler eğitimlerini tamamlayıp anlı, şanlı psikiyatrlar oldular çoğu zaman. Dilerim ki o günden bu yana geçen meslek yaşamlarında bu eksikliklerini giderebilmişlerdir; en azından hastalarına fazla zarar vermemişlerdir. Ama bu yetisizliği, bu anlayışsızlığı yalnızca acemi asistanların başına yıkmak da istemiyorum. Bu anlayışsızlığa bütün deneyimlerimize rağmen biz de zaman zaman düşebiliyoruz. Ben, eşi her gece odanın ortasındaki halının üzerine dışkılayan bir genç kadını anımsıyorum mesela. Eşi yaptığı dışkıyı kendisine temizletiyor ve sonra da kendisiyle cinsel ilişkide bulunuyormuş. Bu genç kadının çocuklarının hatırına katlandığı bu manevi işkenceyi, o sırada kendini nasıl hissettiğini algılayabilmek de olanaksızdı. Bizim, boşanması önerimizi de kabul etmedi. Klinikten neler hissederek ayrıldığını da bilemiyorum. Bu olgu karşısında tamamen anlayışsızdım. İçimden sadece “Vah vah!” demekten başka bir şey elimden gelmedi.
Sadece kurbanlarla değil, faillerle de uğraşmak zorunda kalıyoruz elbette. Onlar da bizim hastalarımız oluyorlar ve onlar da yardıma muhtaçlar. “Kemik kıran” lakaplı bir cezaevi gardiyanı da bizim hastamız
olmuştu. İçeride bazı tutukluların kemiklerini kırdığı için bu lakap takılmış kendisine. Ve günün birinde nedense depresyona girmiş. Artık kemik kıramadığı için de amiri olan C. Savcısı, tedavi edelim de yeni- den kemik kırar hale gelebilsin diye bize göndermiş. Adamı anlayabildiğimizi de iddia edemem. Sadece bir an önce “Malulen emekli” edip tutukluları kurtar- dık. Artık savcı başka bir kemik kıranı işe almış mı- dır, bilmiyorum. Muhakkak ki almıştır. En azından bir başka vatandaşa ekmek kapısı olanağı açmış olduk böylece. Bu adam da şerefle emeklilik günlerini idrak etmektedir artık. Ancak bu kişiyi de hissedebilmek şöyle dursun, anlayabilmiş bile değiliz kuşkusuz. Ça- bamız sadece tutukluları kurtarmak olmuştur. O savcı ise hastamız olmadı. O da bir başka yerde emeklilik günlerinin tadını çıkarıyordur her halde. Bize çoğunlukla asıl hastalar değil, onların hastalığından ötürü mağdur olan sağlam kişiler hasta olarak başvururlar. Asıl hastalara ise çoğu zaman ulaşamayız. Bu her zaman böyledir. Ailenin en duyarlı ve bu yüzden zedelenmiş olan üyesi bizim hastamız olur, onu hasta eden kişi ise dışarıda kalır ve habasetini sürdürür.
Bir başka seferinde bir yasadışı örgütün ileri gelenlerinden olan ve halen kaçak durumunda olan kocası yurt dışında gününü gün etmekteyken kendisi bura- da gözaltılar ve izlenmelerle zehir dolu olan yaşamında terk edilmiş bir kadın hastamızla, onu ve kocasını izlemiş ve hatta sorgulamış olan siyasi şube sorumlusu bir baş komiser aynı günlerde hastamız oldular. Polisin önemli görevinden ötürü bir ekip oto- su koruma amaçlı olarak haftalarca kliniğin kapısı önünde nöbet tuttu. İkisi aynı zaman diliminde hastamız olunca ben ikisini de odama çektim; “Bakın” dedim “birbirinizi tanıdığınızı biliyorum. Ama burada aynı gemidesiniz ve bizim de görevimiz sizi istediği- niz iskeleye kadar ulaştırmak. Buradayken kimliklerinizi unutun ve uslu olun. Amacımız ikinize de yardım edebilmek.” Söz verdiler ve gerçekten grup oturumlarında ve servis yaşantısında birbirlerine yardımcı bile oldular. Sonunda birini emekli ederek ve öbürü- nün de bencil kocasından boşanma girişimine yardımcı olarak ikisine de yardımcı olmaya çalışabildik. Ama ne birini, ne de öbürünü hissetmemiz mümkün değildi. Hiçbir zaman onların çarıklarını giyemedik. Kasketleriyle çarıkları arasında olamadık. Bu onların özeliydi ve bizlere kapalıydı.
Yardımcı olma uzmanlarıyız bizler gerçekte. Yardımcı olabilmek için de onun mokasenlerini giymiş olmamız gerekmez. İnsanların yaşamda durdukları yerin özel koşulları olduğunu bilmemiz, bu özel koşulları anlamaya çalışmamız yeterlidir aslında. Herkes kendi çarıklarıyla kasketi arasında biricik olan bir varlıktır. Herkes kendi mokasenlerini giyer. Kızılderili bilgeler de birisine düşman olmadan önce bu olanaksız şeyi yapmamızı bunun için istemişlerdir. Evet, başkasının mokasenlerini giyerek dolaşamayız. Ama onun özelini gene de anlamaya çalışabiliriz. Bizim, “İnsanlık durumunun bilirkişileri” olarak yapabilmemiz gereken de budur. Bunu ne ölçüde başarabilirsek o denli iyi uzmanlar olur, o denli sevap kazanırız. Ama çok fazla sevap kazandığımızı da pek sanmıyorum. Çünkü dediğim gibi, böyle özel yaşantı alanları, biz kendimiz benzer bir yaşantı geçirmemişsek, bize kapalıdır.
Hekimlik uygulamamız sırasında, yani insanları hastalarımız olarak alıp, onların dertlerine derman bul- maya çalıştığımız sırada, onların mokasenlerini de, iskarpinlerini de, çarıklarını da pek giyemeyiz. Onlar onların özel yaşantılarının parçalarıdır. Ve bunlar bize kapalıdır. Bunu bir az başarabilmek için bizlerin kendi yaşantılarımızda referans olarak alabileceğimiz örnekler bulunması gerekir. Ki bu da çoğu zaman yoktur. Ancak benzeri yaşantılarımızın olmuş bulunması bize yardımcı olabilir. Bir yaşantıyı algılayamayız ama ona benzer, aynı olmasa bile aynı büyüklükte, ya da aynı türden bir yaşantının bizim de başımıza gelmiş olması ancak yardımcı olabilir. Adamın biri dam aktarırken düşmüş. Yere serilmiş yatarken konu komşu başına toplanmışlar ve çare aramaya başlamışlar. Adam zar zor gözlerini aralamış, “Siz boş verin çareyi” demiş, “Ama daha önce damdan düşmüş birini biliyorsanız onu getirin. Ancak o anlar benim halimden.” Kuşkusuz ki bu böyledir. Damdan düşmüşün halinden ancak daha önce damdan düşmüş olan anlayabilir. Ama bunun için her birimizin damdan düşmesi gerekmez mutlaka. Damdan düşmenin beter bir durum olduğunu takdir edebilecek kadar iç ve dış görü sahibi olmak ise gereklidir. O zaman damdan düşene bir az olsun yardımcı olabiliriz. Yaşam öyküleri anlatımları bunda bize yardımcı olabilir örneğin. Bu bakımdan yazın bize bir parça yardımcı olabilir. Yazar kişi bizim için bize yaşamdan örnek kesitler sunar. Bu yüzden hepimizin olabildiğince çok okumasında sayılamayacak kadar faydalar vardır. Elbette her okunan doğru ve yeterli değildir. Ancak her okunan öğrenilmiş bir insan düşüncesi, öğrenilmiş bir yaşantı olarak bizim deneyim hazinemize katkılar sağlar. Bu bakımdan en olumsuz katkı bile bizi zenginleştirir, bize yeni yaşantı görüngüleri sunar. Okuduklarımızın zenginliği bizim kendi zenginliğimiz olarak hesabımıza geçer. Zenginleşmede ikinci bir yol da insan tanımaktır. Tanışılan her kişi ayrı bir yaşantı kümesi olarak bize katkıda bulunur. Bizim ufkumuzu genişletir, açar. Kişilerin yaşantı zenginliklerini bize görünür kılan yolların başında da psikodramayı saymamız gerekir. Bunda bildiğimiz gibi kişiler kendi yaşantı biçimlerini sözlerle değil, yaşantıları yineleyerek sergilerler. Topluluğun diğer üyeleri de o yaşantı parçasını aynı hareketlerle, kendileri de orada ve o andaymış gibi yinelerler. Böylece gerçeğe en yakın bir konuma girmiş olurlar. Psikolojide aynı konuma yakın bir konuma girmek, yaşantının algılanabilmesi için bir kapı aralar. Elbette o kapıdan bizler kendimiz olarak ve kendimize göre geçeriz. Ancak duruşun, pozisyonun benzer oluşu yaşantının da benzer olmasını sağla- yan bir yöntemdir. Elbette her birey o yaşantıyı kendi olarak yaşar. Ancak bu yaşantı “Öteki” nin yaşantı- sına mümkün olduğu kadar yakın olandır. Bu sırada ufkumuz da öteki’nin ufkunun bir benzeri olur. Bu yaşantı aydınlanışını hepimiz psikodrama çalışmalarımız sırasında onlarca kez yaşamışızdır. Gene de o sırada kendi çarıklarımız ve kasketimiz arasındaki o biricik varlık olarak kalıyoruz. Bu da tabloyu sadece “Öteki” nin gözüyle görebilmek için bir fırsat sağlıyor. Ötekine daha fazla yakınlaşabilmek içinse kendi yaşantılarımızı zenginleştirmekten başka çare yoktur. Dilerim hepimiz yeterince zengin bakış açılarına sahip oluruz. Edineceğimiz her yeni bakış açısı İnsan’a açılan yeni bir penceredir ve zenginliğimizdir. Hepinize olabildiğince zengin yaşantılar diliyorum.
No comments:
Post a Comment